İslamiyet Dönemi Hukuksal Yapı
İslamiyet’in başlangıcında Peygamber Hz. Muhammed adalet ve yargı işlerini kendisi yerine getiriyordu. Devlet işleri artıp topraklar genişleyince peygamber bu işe yetişemeyince Hz. Ebu Bekir, Ömer, ve Ali gibi İslam büyüklerini hakim olarak uzak illere atadı. Peygamber buralarda verilen kararları temyizen inceledi. Hz. Ömer, kadılığı bir meslek haline getirdi. Kuran-ı Kerim, peygamberin hadisleri asıl kaynaktır. Hûlefayi Raşidin katkısıyla İslam büyüklerinin toplantısında alınan kararlar demek olam “İcmâ-ı Ûmmet” vbe İslam hukukçularının kıyas yoluyla oluşturdukları “Kıyas-ı Fukuha” diğer hukuk kaynaklarıdır. Bu dört kaynağa ise “Edille-i Erbaa” (Dört delil, dört kaynak) denmiştir.
İslam Hukukunun Hz.Peygamber, sahabe ve tabiun dönemlerinde hazırlık safhasını tamamladığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem literatürde genelde,’’taklid dönemi’olarak nitelenmektedir.Taklid döneminden sonraki aşama ise ‘’kanunlaştırma ve uyanış dönemi’ adıyla ifade edilmektedir.
1-HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ
Mekke döneminde tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek,daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek olgunluğu kazandırma gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır.
Medine döneminde ise Müslümanlar, şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümler ve sosyal hayatın her alanını düzenleyen kurallar vaaz edilmiştir.
Bu Dönemde Hukukun Kaynakları
İslam Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’an, Fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitap oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, ahkam ayetlerinin anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlar. Ayrıca Kur’an ‘da temas edilmeyen konuları hükme bağlar. İslam hukuku terminolojisinde, Kitap ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nas terimi kullanılmaktadır. İslam Hukuku’nun diğer kaynaklarını ifade etmek için ise içtihad terimi kullanılır.
Hz. Peygamber döneminde içtihad bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımaz. Sahabinin valilik ile görevlendirildiklerinde önem kazanan içtihad ise ancak Hz. Peygamber’in onayından geçtiğinde geçerli kabul edilmekteydi.
Bazı Yazarlar Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerin de bir hukuk kaynağı nitelediği taşıdığını ileri sürmektedir..Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitab ve Sünnet.
2- SAHABE DÖNEMİ
Sahabe döneminden bahsettiğimizde dört halife dönemi ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer döneminde içtihad yapabilme niteliğine sahip olan sahabelerin Medine’de bulunması, bazı konular da istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırılmıştır. Hatta Hz. Ömer zamanın da belli başlı hukukçu sahabeler Medine de ikamete mecbur edildiğine dair rivayetler vardır.İleriki aşamalarda belirli fakih sahabeleri üstad olarak kabul eden çeşitli ekolleşmeler görülecektir. Mekke’de İbn Abbas, Kufe ‘de Abdullah b.Mesud, Medine’ de Zeyd b. Sabit gibi fakih sahabeler gerek fatva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
Sahabe Döneminde Hukukun Kaynakları
Sahabe döneminde hukukun ilk kaynaklarını naslar oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabe konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için içtihad yapılıyordu.Sahabe zamanında içtihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nasların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslam hukukunun kaynakları Kitap, Sünnet ve İctihaddır. Hz. Ebu Bekir ve Ömer konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını araştırırlardı. Bulamazlarsa ileri gelen hukukçu sahabelerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Bu şekildeki toplantılara ‘’Şura’’ denirdi. Fakih sahabelerin hepsinin toplandığı veya karar açıklandıktan sonra bir muhalefetin söz konusu olmadığı şura sonuçları, daha sonraki döneme sahabenin icmaı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife döneminde etkilidir. Çünkü sonraki periyotta çeşitli İslam ülkelerine dağılan sahabelerin bireysel içtihadları görülmektedir. Kimi yazarlar ,sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetlerin icma şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu savunmuşlardır.
3-TABİUN DÖNEMİ
İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslam’la tanışması gibi sebeplerle tabiun döneminde fıkhi faaliyetler canlamıştır. Bu dönemde çok sayıda Arap asıllı olmayan müçtehidinin (mevali) fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Bu dönem hukukçuları, sahabe hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiun nesli öğrencileri üstlenmişlerdir. Emeviler’in dini hassasiyetinin pek olmaması ve ilim adamları ile – nispeten- mesafeli olan durumu, İslam hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.
Tabiun Döneminde Hukukun Kaynakları
Tabiun döneminde de Kitap, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Tabiun dönemi hukukçuları Kitap veya Sünnet’te bir çözüm bulamadığı durumda sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Kimi yazarlara göre bu durum bir çeşit icmadır. Konuyla ilgili farklı sahabe içtihadları varsa tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiun dönemi hukukçuları için bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiğini söyleyebiliriz. Sahabe dönemi hukukçularının görüş bildirmediği hususlarda ise içtihad ediyorlardı.
Tabiun Döneminin Temel özellikleri
Hukuk Ekolleri:Hicaz-Irak Veya Hadis-Rey Ekolleri
Bu ayrım re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları veya hadisçilerin asla re’yle içtihad etmedikleri anlamına gelmemelidir. Re’y ehli olan fıkıhçılar, nasların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir nas bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen naslardan elde ettikleri prensiplerin diğer bazı nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Re’y içtihadını geniş bir çerçevede kullanmışlardır.
Hadis taraftarı alimler ise bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmezlerdi. Bu tutumları dolayısıyla zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça içtihada yanaşmazlardı.
Hadis taraftarlarının Hicaz bölgesinde, Re’y taraftarlarının Irak bölgesinde yoğunlaşmasını şöyle açıklıyabiliriz
Hicaz bölgesinde çok miktarda nakle dayalı fıkıh materyali bulunuyordu. Bunlarda Hicaz bölgesindeki fikhi faaliyetler için yeterli oluyordu.
Irak’ta ise bu yoğunlukta rivayet malzemesi bulunmadığı için Iraklı hukukçular nasların illetleri nitesbit ederek genel kurallara ulaşmaya, lafzi olarak naslarla irtibatlandırılamayan olayları, illetler ve amaçlar aracılığıyla nasların ruhuna bağlamaya çalışıyorlardı.
Siyasal karışıklıklar sonucu ortaya çıkan ve Irak’ta yoğun bir etkisi olan kimi gruplar kendi ideolojileri doğrultusunda hadis uydurmaktan çekinmiyordu. Bu durum ıraklı hukukçuları rivayetlerin kabulü konusunda sıkı şartlar aramaya yönlendiriyordu. Yalnızca hukukçular arasında yaygınlık kazanmış olan rivayetleri kabul ediyor, dinin genel prensipleriyle bağdaştıramadıkları rivayetleri tevil ediyor veya reddediyorlardı.
Farklı etnik kökenlere ve kültürel çevrelere mensup insanların barındığı Irak coğrafyasında sosyal çevre ve gündelik hayat, karmaşık bir yapı arz ediyordu. Bu sebeple Iraklı hukukçular re’y metodunu oldukça etkin ve yaygın bir tarzda kullanmışlardır. Hayat şartlarının Hz. Peygamber ve sahabe dönemine nazaran çok farklılık göstermediği hicaz bölgesinde ise eldeki nakle dayalı malzeme ihtiyaca kafi geliyor, hakkında hadis veya sahabe fetvası bulunmayan bir mesele ile neredeyse karşılaşılmıyordu.
4-MÜÇTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ
İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için ‘’fıkhın altınçağı’’, ’’tedvin dönemi’’ gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.
Bu dönemde fıkıh çalışmalarının yoğunluğunun ve itibarının artması ,buna bağlı olarak sistemleştirme ve ekolleşmenin gerçekleşmesi şu faktörlerle açıklanabilir.
Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları
Temel kaynaklar olan nasların yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmaı) ve sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisindedir. Re’y içtihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıhlah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır.
5- MEZHEP MERKEZLİ DÖNEM
Bu dönem hicri 4. Asrın ortalarından itibaren başlayıp,19.yy sonlarına kadar sürmüştür. Hukuki faaliyetin mezhep yapılanması içerisinde sürdüğü bu dönem kimi yazarlarca taklid dönemi olarak adlandırılmaktadır. Usul terminolojisinde. ‘delilini bilmeksizin bir başkasının görüşüyle amel etmek’ anlamında kullanılan taklid, ictihad yeterliliği olmayan kişilerin müctehidlerin görüşlerine uymasını deyimlemektedir.
u dönemin en bariz vasfı, hukuki faaliyetlerin artık mezhep yapılanmaları çerçevesinde sürdürüleceğinin tüm toplum tarafından benimsenmiş olmasıdır.Bu olguyu ‘ictihad Kapısının kapanması’ şeklinde ifade edenler de vardır. Burada kastedilen ‘’mutlak ictihad’’tır. Mutlak içtihadın terk edilerek halkın mevcut mezheplere uymaya yönlendirilmesinin arka planında, içtihad yeterliliği haiz olmayan kimselerin bu işe kalkışmasına engel olma gerekçesi yatmaktadır.Ayrıca o dönemde mutlak içtihada pek ihtiyaç kalmamıştır.
Hukuki faaliyetlerin mezhep içerisinde sürdürülebileceği yargısının karakteristik bir ifadesini, Hanefi hukukçu Kerhi’nin (ö.340/951) yaklaşımlarında görebiliriz. Kerhi’ye göre Hanefi mezhebinin doktrini ile çalıştığı görülen ayet veya hadisler nesh, tevil, tercih vb. yöntemler kullanılarak uzlaştırılmştır. Kerhi’ye göre naslara doğrudan müracaat, bir mesele ile ilgili mezhebin kaynaklarında herhangi bir hüküm bulunmadığı zaman söz konusu olabilmektedir.
Bu dönemde mezhep yapılanmasının yaygınlaşmasını ve yerleşmesini sağlayan faktörleri şöyle sıralayabiliriz.
CENGİZ YASALARI
Cengiz Han her suça bir ceza koydu. Moğolların kendilerine ait yazıları olmadığı için Uygur yazısının öğrenilmesini emretti. İsteği üzerine yasalar yazılı hâle getirildi. Bu yasanın bazı hükümleri şöyledir:
• Kim bilerek yalan söyler veya sihirbazlıkla uğraşır veya bir başkasını gözetler veya kavga eden iki kişinin birinden yana kavgaya karışırsa ölümle cezalandırılır.
• Kadınlar, erkekler savaşta iken bunların iş ve vazifelerini üzerlerine almak mecburiyetindedirler.
• Bir kimse öldüğü zaman mirası, yakını varsa ona, yoksa yanında çalışanlara verilirdi.
Moğollar, çok kıymetli dahi olsa bir ölünün malını hazineye koymazlardı. İnsanlar dinine göre ayırt edilmez, biri diğerine üstün tutulmazdı. Hangi dinden olursa olsun âlim ve zahitlere iyi davranırlardı.
Ülke büyüdükçe haberleşme ve ulaşım zorluklarını önlemek için menziller kuruldu. Buralardan çalınan eşyalar için ağır cezai hükümler kondu. Menzilhanedeki demirbaşlar her yıl sayılır, eksik varsa o bölgede oturan halktan alınırdı. İdare altındaki şehirlerin nüfusu sayılır. Buradaki insanlar onlara, yüzlere, binlere ayrılır. Her birinin başına onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı tayin edilirdi. Bu şekilde hem askerî hem de menzilhanelerin hizmetleri yerine getirilirdi.
2. Türk-lslam Devletlerinde Hukuki Yapı
Türk-lslam devletlerinde adli teşkilat, şeri ve örfi yargı olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şeri yargı; aile, miras, ölüm ve ticaret konularıyla ilgilenirdi. Şeri davalara kadılar bakardı. Hayır işleri ve vakıfların idaresi gibi görevleri de bulunan kadıların verdikleri kararlara itiraz edilirse dava ikinci kez Divan-ı Mezalim'de görüşülürdü. Kadılar, aynı zamanda bulundukları yerlerde merkezî idarenin de temsilcisiydiler.
Hükümdar tarafından ataması yapılan kadıların başı "kadi'lkudat",Kadıların tayin ve denetimini yapardı.Haklarında detaylı araştırma yapıldıktan sonra atanan kadılar, hukuk alanında uzman, kültürlü ve halk tarafından güvenilir kişiler olmalıydı. Kadılar, rütbelerine ve hayat standartlarına uygun maaş alırdı.
İslam Hukukunun Hz.Peygamber, sahabe ve tabiun dönemlerinde hazırlık safhasını tamamladığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem literatürde genelde,’’taklid dönemi’olarak nitelenmektedir.Taklid döneminden sonraki aşama ise ‘’kanunlaştırma ve uyanış dönemi’ adıyla ifade edilmektedir.
1-HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ
Mekke döneminde tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek,daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek olgunluğu kazandırma gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır.
Medine döneminde ise Müslümanlar, şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümler ve sosyal hayatın her alanını düzenleyen kurallar vaaz edilmiştir.
Bu Dönemde Hukukun Kaynakları
İslam Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’an, Fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitap oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, ahkam ayetlerinin anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlar. Ayrıca Kur’an ‘da temas edilmeyen konuları hükme bağlar. İslam hukuku terminolojisinde, Kitap ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nas terimi kullanılmaktadır. İslam Hukuku’nun diğer kaynaklarını ifade etmek için ise içtihad terimi kullanılır.
Hz. Peygamber döneminde içtihad bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımaz. Sahabinin valilik ile görevlendirildiklerinde önem kazanan içtihad ise ancak Hz. Peygamber’in onayından geçtiğinde geçerli kabul edilmekteydi.
Bazı Yazarlar Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerin de bir hukuk kaynağı nitelediği taşıdığını ileri sürmektedir..Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitab ve Sünnet.
2- SAHABE DÖNEMİ
Sahabe döneminden bahsettiğimizde dört halife dönemi ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer döneminde içtihad yapabilme niteliğine sahip olan sahabelerin Medine’de bulunması, bazı konular da istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırılmıştır. Hatta Hz. Ömer zamanın da belli başlı hukukçu sahabeler Medine de ikamete mecbur edildiğine dair rivayetler vardır.İleriki aşamalarda belirli fakih sahabeleri üstad olarak kabul eden çeşitli ekolleşmeler görülecektir. Mekke’de İbn Abbas, Kufe ‘de Abdullah b.Mesud, Medine’ de Zeyd b. Sabit gibi fakih sahabeler gerek fatva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
Sahabe Döneminde Hukukun Kaynakları
Sahabe döneminde hukukun ilk kaynaklarını naslar oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabe konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için içtihad yapılıyordu.Sahabe zamanında içtihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nasların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslam hukukunun kaynakları Kitap, Sünnet ve İctihaddır. Hz. Ebu Bekir ve Ömer konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını araştırırlardı. Bulamazlarsa ileri gelen hukukçu sahabelerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Bu şekildeki toplantılara ‘’Şura’’ denirdi. Fakih sahabelerin hepsinin toplandığı veya karar açıklandıktan sonra bir muhalefetin söz konusu olmadığı şura sonuçları, daha sonraki döneme sahabenin icmaı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife döneminde etkilidir. Çünkü sonraki periyotta çeşitli İslam ülkelerine dağılan sahabelerin bireysel içtihadları görülmektedir. Kimi yazarlar ,sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetlerin icma şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu savunmuşlardır.
3-TABİUN DÖNEMİ
İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslam’la tanışması gibi sebeplerle tabiun döneminde fıkhi faaliyetler canlamıştır. Bu dönemde çok sayıda Arap asıllı olmayan müçtehidinin (mevali) fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Bu dönem hukukçuları, sahabe hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiun nesli öğrencileri üstlenmişlerdir. Emeviler’in dini hassasiyetinin pek olmaması ve ilim adamları ile – nispeten- mesafeli olan durumu, İslam hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.
Tabiun Döneminde Hukukun Kaynakları
Tabiun döneminde de Kitap, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Tabiun dönemi hukukçuları Kitap veya Sünnet’te bir çözüm bulamadığı durumda sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Kimi yazarlara göre bu durum bir çeşit icmadır. Konuyla ilgili farklı sahabe içtihadları varsa tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiun dönemi hukukçuları için bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiğini söyleyebiliriz. Sahabe dönemi hukukçularının görüş bildirmediği hususlarda ise içtihad ediyorlardı.
Tabiun Döneminin Temel özellikleri
Hukuk Ekolleri:Hicaz-Irak Veya Hadis-Rey Ekolleri
Bu ayrım re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları veya hadisçilerin asla re’yle içtihad etmedikleri anlamına gelmemelidir. Re’y ehli olan fıkıhçılar, nasların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir nas bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen naslardan elde ettikleri prensiplerin diğer bazı nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Re’y içtihadını geniş bir çerçevede kullanmışlardır.
Hadis taraftarı alimler ise bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmezlerdi. Bu tutumları dolayısıyla zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça içtihada yanaşmazlardı.
Hadis taraftarlarının Hicaz bölgesinde, Re’y taraftarlarının Irak bölgesinde yoğunlaşmasını şöyle açıklıyabiliriz
Hicaz bölgesinde çok miktarda nakle dayalı fıkıh materyali bulunuyordu. Bunlarda Hicaz bölgesindeki fikhi faaliyetler için yeterli oluyordu.
Irak’ta ise bu yoğunlukta rivayet malzemesi bulunmadığı için Iraklı hukukçular nasların illetleri nitesbit ederek genel kurallara ulaşmaya, lafzi olarak naslarla irtibatlandırılamayan olayları, illetler ve amaçlar aracılığıyla nasların ruhuna bağlamaya çalışıyorlardı.
Siyasal karışıklıklar sonucu ortaya çıkan ve Irak’ta yoğun bir etkisi olan kimi gruplar kendi ideolojileri doğrultusunda hadis uydurmaktan çekinmiyordu. Bu durum ıraklı hukukçuları rivayetlerin kabulü konusunda sıkı şartlar aramaya yönlendiriyordu. Yalnızca hukukçular arasında yaygınlık kazanmış olan rivayetleri kabul ediyor, dinin genel prensipleriyle bağdaştıramadıkları rivayetleri tevil ediyor veya reddediyorlardı.
Farklı etnik kökenlere ve kültürel çevrelere mensup insanların barındığı Irak coğrafyasında sosyal çevre ve gündelik hayat, karmaşık bir yapı arz ediyordu. Bu sebeple Iraklı hukukçular re’y metodunu oldukça etkin ve yaygın bir tarzda kullanmışlardır. Hayat şartlarının Hz. Peygamber ve sahabe dönemine nazaran çok farklılık göstermediği hicaz bölgesinde ise eldeki nakle dayalı malzeme ihtiyaca kafi geliyor, hakkında hadis veya sahabe fetvası bulunmayan bir mesele ile neredeyse karşılaşılmıyordu.
4-MÜÇTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ
İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için ‘’fıkhın altınçağı’’, ’’tedvin dönemi’’ gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.
Bu dönemde fıkıh çalışmalarının yoğunluğunun ve itibarının artması ,buna bağlı olarak sistemleştirme ve ekolleşmenin gerçekleşmesi şu faktörlerle açıklanabilir.
- Bu dönem iktidarda olan Abbasiler, toplum üzerinde meşruiyet kazanmak ve etkinliklerini arttırmak amacıyla dini konulara ve ilim adamlarına ilgi göstermiş,bu alandaki çalışmaları teşvik etmiştir.
- İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi sosyal ve kültürel hareketliliği önemli ölçüde arttırmıştır. İslam’a yeni giren insanlar, ameli konularla ilgili birçok meselenin hükmünü öğrenme ihtiyacı hissetmiştir.
- Bu dönem hukukçuları, hukuk alanında sistemleşmeye imkan verecek bir gelenek ve alt yapıya sahiptir. Kur’an ve Sünnet’in hukuki yorumları sahabe ve tabiun fukahasının fetva ve içtihadları onlara İslam hukukunun tedvini ve sistemleştirilmesi noktasında sağlam bir zemin hazırlamıştır.
- Bu dönemde kabiliyetli hukukçular yetişmiş ve bunların etrafında ‘’mezhep’’ adıyla anılan hukuki yapılanmalar gerçekleşmiştir.
Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları
Temel kaynaklar olan nasların yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmaı) ve sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisindedir. Re’y içtihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıhlah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır.
5- MEZHEP MERKEZLİ DÖNEM
Bu dönem hicri 4. Asrın ortalarından itibaren başlayıp,19.yy sonlarına kadar sürmüştür. Hukuki faaliyetin mezhep yapılanması içerisinde sürdüğü bu dönem kimi yazarlarca taklid dönemi olarak adlandırılmaktadır. Usul terminolojisinde. ‘delilini bilmeksizin bir başkasının görüşüyle amel etmek’ anlamında kullanılan taklid, ictihad yeterliliği olmayan kişilerin müctehidlerin görüşlerine uymasını deyimlemektedir.
u dönemin en bariz vasfı, hukuki faaliyetlerin artık mezhep yapılanmaları çerçevesinde sürdürüleceğinin tüm toplum tarafından benimsenmiş olmasıdır.Bu olguyu ‘ictihad Kapısının kapanması’ şeklinde ifade edenler de vardır. Burada kastedilen ‘’mutlak ictihad’’tır. Mutlak içtihadın terk edilerek halkın mevcut mezheplere uymaya yönlendirilmesinin arka planında, içtihad yeterliliği haiz olmayan kimselerin bu işe kalkışmasına engel olma gerekçesi yatmaktadır.Ayrıca o dönemde mutlak içtihada pek ihtiyaç kalmamıştır.
Hukuki faaliyetlerin mezhep içerisinde sürdürülebileceği yargısının karakteristik bir ifadesini, Hanefi hukukçu Kerhi’nin (ö.340/951) yaklaşımlarında görebiliriz. Kerhi’ye göre Hanefi mezhebinin doktrini ile çalıştığı görülen ayet veya hadisler nesh, tevil, tercih vb. yöntemler kullanılarak uzlaştırılmştır. Kerhi’ye göre naslara doğrudan müracaat, bir mesele ile ilgili mezhebin kaynaklarında herhangi bir hüküm bulunmadığı zaman söz konusu olabilmektedir.
Bu dönemde mezhep yapılanmasının yaygınlaşmasını ve yerleşmesini sağlayan faktörleri şöyle sıralayabiliriz.
- İslam hukukunun ongunlaşma dönemi olan 4.asırda istikrar ve hukuki güvenliği arayışı ön plana çıkmıştı.
- Öğrencilerin hocalarının görüşlerini sistemleştirme ve yaymadaki gayretleri de ekolleşmeyi hızlandırmıştır.
- Müctehidlerin görüşlerinin yazılı kaynaklarda bir araya getirilmesi, hem hukuk öğretimini kolaylaştırmış, hem de mezhep yapılanmasına katkı sağlamıştır.
CENGİZ YASALARI
Cengiz Han her suça bir ceza koydu. Moğolların kendilerine ait yazıları olmadığı için Uygur yazısının öğrenilmesini emretti. İsteği üzerine yasalar yazılı hâle getirildi. Bu yasanın bazı hükümleri şöyledir:
• Kim bilerek yalan söyler veya sihirbazlıkla uğraşır veya bir başkasını gözetler veya kavga eden iki kişinin birinden yana kavgaya karışırsa ölümle cezalandırılır.
• Kadınlar, erkekler savaşta iken bunların iş ve vazifelerini üzerlerine almak mecburiyetindedirler.
• Bir kimse öldüğü zaman mirası, yakını varsa ona, yoksa yanında çalışanlara verilirdi.
Moğollar, çok kıymetli dahi olsa bir ölünün malını hazineye koymazlardı. İnsanlar dinine göre ayırt edilmez, biri diğerine üstün tutulmazdı. Hangi dinden olursa olsun âlim ve zahitlere iyi davranırlardı.
Ülke büyüdükçe haberleşme ve ulaşım zorluklarını önlemek için menziller kuruldu. Buralardan çalınan eşyalar için ağır cezai hükümler kondu. Menzilhanedeki demirbaşlar her yıl sayılır, eksik varsa o bölgede oturan halktan alınırdı. İdare altındaki şehirlerin nüfusu sayılır. Buradaki insanlar onlara, yüzlere, binlere ayrılır. Her birinin başına onbaşı, yüzbaşı ve binbaşı tayin edilirdi. Bu şekilde hem askerî hem de menzilhanelerin hizmetleri yerine getirilirdi.
2. Türk-lslam Devletlerinde Hukuki Yapı
Türk-lslam devletlerinde adli teşkilat, şeri ve örfi yargı olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Şeri yargı; aile, miras, ölüm ve ticaret konularıyla ilgilenirdi. Şeri davalara kadılar bakardı. Hayır işleri ve vakıfların idaresi gibi görevleri de bulunan kadıların verdikleri kararlara itiraz edilirse dava ikinci kez Divan-ı Mezalim'de görüşülürdü. Kadılar, aynı zamanda bulundukları yerlerde merkezî idarenin de temsilcisiydiler.
Hükümdar tarafından ataması yapılan kadıların başı "kadi'lkudat",Kadıların tayin ve denetimini yapardı.Haklarında detaylı araştırma yapıldıktan sonra atanan kadılar, hukuk alanında uzman, kültürlü ve halk tarafından güvenilir kişiler olmalıydı. Kadılar, rütbelerine ve hayat standartlarına uygun maaş alırdı.